Stay on this page and when the timer ends, click 'Continue' to proceed.

Continue in 17 seconds

Sana yenildim İstanbul

Sana yenildim İstanbul

Source: birgun.net

İstanbul ile birlikte sinema da değişti. Haydarpaşa'dan "Seni yeneceğim İstanbul" diye seslenen oyuncu, sahneyi çoktan terk etti. Dr. Göker şöyle diyor: Artık 'sana yenildim' deniyor. Fikirtepe'de gökdelene hapsolmuşken sinema kadrajı nasıl özgür olabilir.

İstanbul, bir dönemin yerli filmlerinin doğal platosuydu. Bugün eski Türk filmlerini izlerken arka planda o özlem duyulan kentin bir parçasını görme heyecanını yaşıyoruz. Örneğin 60'larda İstanbul'da çekilmiş bir filmi "Ah bakar mısın Çamlıca'da tek bina yok" ya da "Ay yoldan tek otomobil geçmiyor" nidaları arasında izliyoruz. Bugün çekilen yerli filmlerde ise arka fonda gösterecek pek de fazla güzellik kalmadığı için mi bilinmez, insanlar plazalarda, kapalı mekânlarda geçiriyor günü.

Yerli filmlerdeki "Seni yeneceğim İstanbul" hedefi ne oldu? Hormonlu bir beden gibi sürekli şişen kentin bu değişimi sinemaya nasıl yansıdı? Konuyu "Bulvarlardan İstanbul caddelerine sinema" başlıklı doktora tezinde de işleyen Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Dr. Doğuşcan Göker'e sorduk, yanıtladı.

KIRSALDAN KENTE KARIŞMANIN TEK YOLU SİNEMA

Türk sinemasında sanırım en kritik eşiklerden biri köyden kente göçün hızlanmasıyla yaşandı. Bu göç sinemaya nasıl yansıdı?

Bunu görmek için öncelikle kenti biraz görmek gerekir. Adnan Menderes ile birlikte İstanbul'un yapısı hızlıca değişmeye ve dönüşmeye başlıyor. Menderes ile beraber bulvarların açılması hızlanıyor. Vatan Caddesi ve Millet Caddesi Tarihi Yarımada'nın bir kısmını keserek bugün Aksaray'dan Theodosius surlarına uzanıyor. İstanbul'a göçle gelenlerin ilk durağı Aksaray. O dönemde otogarda inenler İstanbul ile ilk ilişkilerini Aksaray üzerinden kuruyor. Daha sonra İstanbul'un çeşitli yerlerine dağılıyorlar. Köylerinden, kırsaldan getirdikleri kültürü İstanbul içinde yaşatıyorlar. Bunun tek bir istisnası var: sinema. Çünkü sinemaya gitmek için kentin kendisine karışmanız gerekiyor. Kadının hayata katılımı kendine ait izole kültürden çıkıp nefes alabildiği alanlar da sinemalar oluyor; Sultan, Gelin-Düğün-Diyet, Atıf Yılmaz'ın, Kartal Tibet'in veya Kadir İnanır, Tarık Akan, Cüneyt Arkın'ın filmleri oluyor. Orada bir küçük hayata karışma alanı yaratıyor.

Yetmişlere geldiğimizde ne değişti de hayatımıza arabesk ve pornografik filmler girdi?

1930'lardan itibaren Mısır sineması bizim sinemamızda etkilidir. Bununla birlikte değişen kent demografisi ve kültürü, yeni ortaya çıkan yoksul ve yoksun kentli sınıfın tutunacak bir dala ihtiyacının olması arabeski ortaya çıkardı. 1974 sonrası yaşadığımız ambargoyla yabancı filmleri Mısır üstünden satın almaya başladık. Mısır araya kendi filmlerini yani sazlı sözlü arabesk filmlerini katmaya başladı. Pornografik filmler ise bambaşka bir hikaye. O lümpenleşmeyle çok ilintili. Aksaray ve daha bir sürü semtin küçük burjuvazinin veya aristokrasinin kaçak eğlence mekânına dönüşmesi aslında porno filmleri ya da pornografik filmleri önemli hale getirdi.

POLİTİK SİNEMAMIZ YOK ÇÜNKÜ 12 EYLÜL YAŞANDI

Türkiye'de 12 Eylül darbesi sonrası yaşanan iklim yeni bir sinema anlayışını getirdi. Neydi bu çizginin temel noktası?

12 Eylül sonrası sinema tamamen öldü. Ali Özgentürk'ün At'ı ile Piyano Piyano Bacaksız gibi filmlerle bir hareketlilik başlasa da bu hareketlilik genelde kentin öteki tarafında kalmış insanlarla ilgiliydi. Politik olarak çok suya sabuna dokunmasa da kentin azınlıkta kalmış gayleri, trans bireyleri, hayat kadınları, yoksulları hayatın merkezine taşıyan filmler yapıldı. Bugün bile bizim sinemamız politik olmaktan, politik figürasyondan çok uzak. Bunun temeli 12 Eylül'e dayanıyor. Sinemamız eriştiği politik güce, 1980 sonrası bir daha asla erişemedi. Bugün sinemanın bireysel konularla veya modern insanın sorunlarıyla uğraşması da bu sebepten. Türk sineması politik bir sinema olmaktan çok uzak. Ne Nuri Bilge Ceylan ne Zeki Demirkubuz ne diğer yönetmenlerimiz. Belki Abluka ile Emin Alper sayılabilir. Ama bu istisnaların kaideyi bozmadığı bir durum.

1990'ın ortalarından itibaren 2000'li yılları da içine alan süreçte sinemamızda neler değişti? Aşırı hızlı ve çarpık kentleşme İstanbul'un filmlerde yer alış biçimini nasıl etkiledi?

İç mekânlara hapsolmuş, gökdelenlerin, rezidansların, plazaların, apartmanların içine hapsolmuş bireylerin hikayeleriyle şekillenmiş bir sinema görüyoruz. Bu sinema politik bir angajmanla anlatısını geliştirebilir mi? Geliştirebilir. Fikret Reyhan Çatlak'ta yapmıyor mu? Emin Alper Abluka'da yapmadı mı? Yapıyorlar, iyi ki de yapıyorlar ama mesele bunu ne sıklıkta yapıyoruz. Yani "C Blok"un içinde gökdelenlerin arasına hapsolmuş beyaz yakalı yaşamların kişisel histerisi veya Nuri Bilge'nin Cihangir entelektüellerinin kapalı mekânlarda gerçekleşen hayali savaşlarının içine hapsolması... Fazla bireyselleşen bir hikâyeye geçiyorsun. Bu da normal sanırım çünkü çağımız bireyselleşiyor. Theo Angelopulos'un sineması öldü, açık alanların, yeşilliklerin, ormanların, daha geniş perspektiflerin sineması öldü, yerine dar alanların, sıkışmış alanların sineması geldi. İnsanın iç mekana hapsolduğu bir dünyada kadrajın özgürleşmesini bekleyemezsin. Sinemanın kendisi bile alışveriş merkezinin içine hapsolmuş durumda zaten. Neoliberal dünyanın yeni gerçeği bu.

İSTANBUL KARAYA AYAK BASANA KADAR GÜZEL

İstanbul'un bugünkü mimari yapısı bizim görme biçimlerimize nasıl etki ediyor?

Hayati bir etkisi var. Oryantalistlerin geldiklerinde hayran oldukları şey Boğaz'da İstanbul'un görünüşüydü değil mi? İstanbul, Boğaz'dan bakıldığında muhteşem bir kent, hâlâ öyle. Sisli bir günde Kadıköy ya da Ada vapuruyla Beşiktaş'a doğru gelin muhteşem bir kent, karaya ayak basmadığınız müddetçe. Karaya ayak bastığınızda çirkinleşme başlıyor. Birbirine benzemeyen, birbirine benzese de çirkinlikte yarışacak sayısız bina var. Bu anlamıyla eşsiz bir çirkinlik abidesi. Oysa dünyanın en güzel kentlerinden biri. Yedi tepe üstüne kurulmuş üç şehirden biri. Sinemanın doğduğu, yaşadığı, hayat bulduğu ve geliştiği bir kent aynı zamanda. Ama estetik açıdan çirkinlik abidesi. Sürekli dikey yapılaşmanın uygulandığı bir kent. Eril fallusa bu kadar düşkünlük sağlıklı bir şey değil. Yani eril fallusa bu kadar düşkün olursanız yapacağınız şey de bu olur. Amerikan toplumunun ideallerini kopyalamak da bu kadar olur. Parizyen İstanbul'u New Yorker İstanbul'a dönüştürüyorsunuz ama İstanbul New Yorker ruha sahip bir kent değil. Bu çirkinlik de sinemanın her alanında buram buram kendini hissettiriyor. Bugün itibariyle bütün sinema filmlerinde o çirkinliği zaten görebilirsin. Sadece İstanbul için de değil Anadolu kentlerinde de öyle. Kentimiz estetik mi ki sinemamız estetik olsun. Yani Godard'ın estetiğini yakalayabilecek yönetmenlerimiz yok muydu da biz yakalayamadık. Hayır. Çünkü biz Paris'e sahip değildik. Çünkü biz İstanbul'un canına okumuştuk. 20 milyonluk bir şehir olabilir mi? Bu kenti hiç görmemiş olanlar Kız Kulesi'ne aşık. O imgeyi onlara sağlayan şey sinema ve sinema bu yüzden büyülü. Neden İstanbul'un taşı toprağı altın? Sinema yüzünden. Kente Haydarpaşa'dan girilirken "Seni yeneceğim İstanbul" şeklinde ortaya çıkan imge aslında sinemanın imgesi.

Bugün "Seni yeneceğim İstanbul" yerine ne denebilir?

"Sana yenileceğim İstanbul"a dönüştü. Kent hep kazanır çünkü kendine ait olmayanı tükürür, kusar. İstanbul yoksul olanı, fakir olanı, merkezine ait olmayanı, soylulaşmamış olanı çeperine sürer. Neoliberalizm, İstanbul'un iliklerine kadar işlemiştir. Tarlabaşı'nı aldık, Taksim'in ortasından götürdük çepere sürdük. Sulukule'yi aldık Fatih'ten götürdük çepere sürdük. Ne oldu, kent merkezinde yoksulluğu yok ettik. Neden? Çünkü kenti soylulaştırmamız gerekiyor. Ne yaptık, kiraları ödenemez hale getirdik. Fikirtepeli yoksulları oradan çıkardık, "Aidatlarınız 15 bin TL, ödeyebiliyorsanız gelin" dedik. "Sat, git başka yerde yaşa, senin yerin burası değil" dedik.